”Günlerdir, haftalardır, aylardır hatta yıllardır bir mahbesden farksız 4 duvarın arasındayım. Artık bilemiyorum ne kadardır buradayım. Buraya ilk geldiğim günü bile zar zor hatırlıyorum. Hala içimde küçük bir umut ışığı yanıyor ama her geçen gün de sönüyor. Bu umutsuzluk belki bir gün biter düşünüyorum her yastığa kafamı koyduğumda. Ama işe yarıyor mu bilinmez. Daha ne kadar dayanabilir ki bu acınası ruh? Tek yapabildiğim şey parmaklıkların arasından bu ölü doğaya bakmaktır. Çimenlerde bile yeşilin canlı tonu kalmadı, bulutlar bile artık kirli beyaz renginde. Gökyüzündeki o canlı ve içini ısıtan mavi renk peki? O da artık yok. Yerini gri bir renk almış onun da. Ağaçlarda o öten kuşlar bile kalmadı, geriye kargaların ölümü anımsatan ötüşleri kaldı. Güneş ise sanki farklı diyarlarda, başka insanları kanatları altına alıyor. Doğanın buraya sunduğu sun’i bedii den hiçbir şey kalmadı. Bu da içimdeki umut ışığının sönmesinin başka bir sebebidir
İçimdeki o isyankar ses, bu parmaklıkları büküp buradan gitmek istiyorken, kafamdaki ses burada sonsuza dek kalmamı söylüyor. İkisinin arasında geçen kavga her geçen gün şiddetleniyor. Bu şiddetlenme yüzünden kafamı ve geriye kalan tüm bedenimi parçalamak istiyorum. Derimi yüzmek de cazip geliyor. Artık sıkıldım, soluk kırık beyaz renkli 4 duvardan, üstünde oturduğum taş sertliğindeki yataktan ve parmaklıklarla engellenmiş iç karartıcı manzarayı çaresiz gözlerle buluşturan pencereden. Her gün elime kağıt alıp bu acınası kağıda döküyorum. Kağıdın bile rengi değişiyor bu rezillikten. Personellerin getirdiği yemeklerden bile tat almakta zorlanıyorum artık. Sanki tat tomurcuklarım yok oldu gibi geliyor. Kendimi burada yiyip bitiriyorum. Artık umut kalmadı. Ben burada sonsuza kadar kalacağım ve bununla beraber aklımı kaybedeceğim. Her yerimi yırtma isteğinin beni yemesine izin vereceğim. Belki de kendimi burada katlederim, kim bilir? Parmaklıkları bükmeye çalışmıştım bir keresinde, ne kadar aptalmışım o zaman. Cidden oradan o şekilde çıkmayı mı planlıyordum? Kendimden utanıyorum.
Uyumakta artık zorlanıyorum, içimdeki huzursuzluk hissi beni mahvediyor. İçimi ve içimdeki tüm hisleri kusmak istiyorum. Gözlerimi çıkarmayı arzuluyorum, aklımı kaybetmek istiyorum. Ciddiliğimi de kaybetmeyi ihtiyaç olarak görüyorum. Düşüncelerimi çiğneyip atma isteğini duyuyorum. Utanç verici günahlarımı yırtıp, yakmayı diliyorum. Her şeyi bitirmeyi her geçen gün daha fazla arzuluyorum. Acınası bedenime zarar versem bile kimsenin umrunda olmaz. Hem benim gibi birini kim neden düşünsün ki? Ben hayasız, hayırsız, önemsiz ve günahkar bir et parçasıyım. İnsanlığım bile kalmadı artık. Böyle değersiz birini neden dünyaya getirirsin ki be kadın? Kendine yazık etmişsin benim için. Hayatında bir daha göremeyeceğin biri için bu kadar acıya katlanmak gereksiz. Senden de özür dilerim.
Bu negatif esen rüzgar içimdeki ışık saçan alevi söndürdü. Geriye tek kalan şey çaresizliğin külleri ve umutsuzluğun titreten ayazı. Artık amacım da kalmadı, hayallerinin peşinden o çocuk bir taşa takıldı ve derinliği bilinmeyen o çukura düştü bile. Hayallerimi de çakmakla fotoğraf yakar gibi yaktılar.
Bu son sözlerimi okuyan kişiden de özür diliyorum. Senin o gözlerini ve nefesini boşa harcadığım için. Bedenimi gömmek için de çaba harcama lütfen. O değerli zamanını başka önemli şeyler için de harcayabilirsin.”
Yazıyordu kağıtlarda. Hastamızın intihar etmeden önceki son sözleri bunlardı. Kağıtlarda küçük olduğundan dolayı 4 sayfalık bir intihar notu yazdı. Kağıtlarda kurumuş kan izleri var, duvarlardaki gibi taze değiller. Ben buradan hastanın bunu yazarken kendisine zarar verdiği sonucuna ulaşıyorum. Vücudundaki kesik izleri de bunu destekliyor. Hasta kafasını duvara vurarak kendisini öldürmüş. Bedenini alıp morga koydurtuyoruz. Ne kadar yazdığı notta kendisini gömdürtmesini istemese de onu gömeceğiz. Ölü bedenini bir yere saklayamayız.
Kendisini öldürmeye değdi mi cidden? Belki de değmiştir. Buranın ne kadar soluk, iç karartıcı ve soğuk bir yer olduğunu kağıda üşenmeden kelime kelime dökmüş cidden. Zaten buradan soğumuştum, iyice soğudum. Zaten burayı ilk günümden de sevmiyordum. Sadece insanların kendiyle baş başa kalması ve kendilerini sorgulamaları için yapılan bir deney yeri. Ben sadece burada onları incelemek ve onlara hizmet etmek için çalışan bir personelim. 9 aydır çalışıyorum ve şu ana kadar 40 intihar vakası ile karşılaştım. Ve bu intiharlar hiç normal kafanı duvarlara vurmak veya kendini bıçaklamak gibi vakalar değildi. Bazıları yemek tabaklarıyla verilen bıçak ve çatallarla derilerini yüzmüş ve gözlerini yaralamışlardı. Hatta karnını yaran hastalar bile vardı. Daha fazla anlatmak istemiyorum, kusasım geliyor. Bazıları bu deneyde kendilerinden ne kadar nefret ettiklerini fark ettiler. Ve doğrusunu söylemek gerekirse, ben bu kadarını beklemezdim. Bir insan kendinden hangi esbabla bu kadar nefret eder? Bu deney ile bazı insanlar geçmişte işledikleri günahlarıyla baş başa kalıyor ve bunlar hiç iyi sonuçlarla bitmiyor. Bazıları bu günahlar yüzünden acı çekiyor, bazıları zevk alıyor. Zevk alanlar genelde deliler olur, bu yüzden onları hep deliler hastanesine nakil ediyoruz.
Bazen bu gördüklerimi gece yatmadan önce düşünüyorum, acaba bende bu deneyin bir parçası olsaydım kendime zarar verirmiydim? Ya da vicdan azabıyla çürüyüp ölür müydüm? Belki de intihar ederdim. Doğrusu, akıl sağlığımı sevdiğimden ve korumak istediğimden dolayı bu deneyin bir parçasını olmak istemezdim. Peki ya bu insanlar için üzülüyormuyum? Doğru konuşmak gerekirse bilmiyorum. Bir tarafım üzülüyor, bir tarafım ise onların günahkar ve acınası kullar olduğunu söylüyor. Ama bu cidden doğru mu?
Bu sualleri sonra sormak daha iyi olur, bedeni taşırken odaklanmak zor oluyor. Diğer personel arkadaşlarımla beraber hastanın ölü bedenini taşıyoruz. Sonunda morga varınca, ben ve bazı personeller ayrıldı. Diğerleri ilgilenecek çünkü benim bu morg işleriyle hiç bir yakınlığım yok. Oradan ayrılınca hava almak için dışardaki başıboş bir banka oturdum, hava alıyorum. Hava esiyor ama ama hoş bir soğuk var. Ferahlatıcı fakat titreten bir soğuk değil. Kafamı soluk renkteki gökyüzüne doğru yukarı kaldırdım, sessizce bakıyorum. Hava cidden intihar notunda anlatılan gibi, acaba böyle bir yeri bilerek mi seçtiler? Bu kadar hayatsız bir yeri bilerek mi deney yeri olarak seçtiler? Belki de bu ölü ve sessiz doğa şekli insanlardaki inancı ve umudu test etmek için kullanılıyordur. Binanın hemen önündeki ormana ne demeli? Ormandan hayvan sesleri duymak imkansız gibi. Sadece karga sesleri geliyor bu ölü ormandan. İç bunaltıcı düşüncelere dalmak için noksansız harika bir yer. Bir keresinde bu ormanda yürüyüşe çıktım, ormanda cidden hayvandan eser yok. Neden diye hep düşünüyorum ama cevabı asla bulamıyorum. Ormandayken bile çığlık seslerini duyabiliyordum. Bunlar çaresizliğin, üzüntünün, pişmanlığın ve nefretin çığlıklarıydı. Bu çığlıkları keşfetmeye gittiğimde, etraf kan gölünden farksızdı. Hasta resmen kafasını patlatmıştı. Cesedin yanında bir silah vardı, büyük ihtimalle ya güvenlikten çalmıştır ya da saklayarak sokmuştur içeri. 9 aydır burada çalıştığımdan dolayı pek şaşırmadım ama kafasını patlattığı o kan gölü manzarası cidden midemi bulandırdı.
Burada çalıştığımdan çıkardığım şey nedir? Bende her zamanki gibi emin değilim. Buradayken nedense bir şey açıklamak istesem boğazım düğümleniyor. Ama bazı zamanlar geçmişten kaçmaya çalışınca, geçmişteki trajediler önüne bir ağaç gibi devrilir. Ve onları atlatmak senin elinde. O ağacın önünde umutsuzca bekleyecekmisin, yoksa o ağacı oradan kaldırmaya mı çalışacaksın? Bu sana bağlıdır.